Bazı insanlar vardır ki, hatasız olmak peşindedirler.
Kendilerini ellerinden geldiğince kusursuz bir insan gibi göstermeye ve
görmeye çalışırlar. Çünkü hata yaptıklarını kabul ettiklerinde küçük
düşeceklerinden korkmaktadırlar. Onlara göre ideal insan, kendisine
hiçbir hatayı yakıştırmayan insandır.
Oysa sözünü ettiğimiz bu “hatasızlık” arayışı, bir batıl
inançtan başka bir şey değildir. Nitekim Kuran’da bizlere böyle bir
mümin modeli örnek gösterilmez. Böyle bir modelin yaşanması mümkün de
değildir. Çünkü insan, Allah karşısındaki acizliğinin bir sonucu olarak,
hayatı boyunca birçok hata yapabilir, günah işleyebilir. Elbette ki
bunlardan kaçınmalı, Allah’ın dinini uygulama konusunda hata işlememeye
ve günaha girmemeye gayret göstermelidir. Ancak, Allah’ın aciz bir kulu
olduğu için, hatadan tamamen kurtulmayı da başaramaz.
Bu nedenle, aşağıdaki ayette, yeryüzündeki her insanın Allah’a karşı hata ve günah işleyebileceği şöyle haber verilir:
Eğer Allah, kazandıkları dolayısıyla insanları (azab ile) yakalayıverecek olsaydı, (yerin) sırtı üzerinde hiçbir canlıyı bırakmazdı, ancak onları, adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman, artık şüphesiz Allah kendi kullarını görendir. (Fatır Suresi, 45)
Eğer Allah, kazandıkları dolayısıyla insanları (azab ile) yakalayıverecek olsaydı, (yerin) sırtı üzerinde hiçbir canlıyı bırakmazdı, ancak onları, adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman, artık şüphesiz Allah kendi kullarını görendir. (Fatır Suresi, 45)
Bu ilahi hüküm gereği, Allah insanların hataları veya
günahları olabileceğini ancak bunda direnmemelerini Kuran’da
bildirmiştir. Müminden beklenen, işlediği tüm hata ve günahlar için
sürekli Allah’tan bağışlanma dilemesidir.
İnkar edenler ile müminleri
birbirlerinden ayıran en önemli vasıflardan biri de işte budur.
İnkarcılar kendilerini hatasız ve günahsız saymaya çalışırlar. Oysa
müminlerin böyle bir iddiası yoktur. Elbette Allah’a karşı hiçbir günah
işlemek istemezler. Ancak insan yaratılışı gereği, kimi zaman geçici
olarak nefsine uyup günaha girebilir. Allah’ın hükümlerini uygulamada
gevşeklik göstermek gibi bir gaflete düşebilir. Ama sonuçta tüm
bunlardan pişman olup Allah’a yönelmesi ve O’ndan bağışlanma dilemesi
önemlidir.
Kuran’a baktığımızda Allah’tan bağışlanma dilemenin
doğal ve daimi bir mümin vasfı olduğunu görürüz. Bu durum da yine
bizlere müminlerin hiçbir zaman kendilerini günahtan müstağni
görmediklerini, aksine kusur ve eksikleri için sürekli Allah’ın
rahmetine sığındıklarını göstermektedir. Bir ayette, tevbe etmek,
müminin en önde gelen vasıflarından biri olarak sayılmaktadır:
Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, (İslam
uğrunda) seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği
emredenler, kötülükten sakındıranlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlar;
sen (bütün) müminleri müjdele. (Tevbe Suresi, 112)
Bu noktada tevbe ile bağışlanma kavramları arasındaki farka da dikkat etmek gerekir.
Kuran’da Allah’ın bizlere gösterdiği, Allah’tan bağışlanma dilemenin, bir müminin sürekli yaptığı bir ibadet oluşudur. İnsan, bilerek ya da bilmeyerek yaptığı tüm günahlar için Allah’tan sabah akşam bağışlanma dileyebilir. Dahası, ayetlere göre, kendi adına bağışlanma isteyebileceği gibi diğer müminler adına da bağışlanma isteyebilir. Bağışlanma dileme anlamına gelen “istiğfar” kelimesinin Arapça’daki tam açılımı, “Allah’ın Gafur sıfatını istemek”tir. Gafur sıfatı, “gafere” fiilinden türemiştir ki, bu fiilin Türkçe’deki karşılıkları “kökünden gizlemek, örtmek, korumak, düzeltmek ya da bir şeyi zarflamak”tır.
Kuran’da Allah’ın bizlere gösterdiği, Allah’tan bağışlanma dilemenin, bir müminin sürekli yaptığı bir ibadet oluşudur. İnsan, bilerek ya da bilmeyerek yaptığı tüm günahlar için Allah’tan sabah akşam bağışlanma dileyebilir. Dahası, ayetlere göre, kendi adına bağışlanma isteyebileceği gibi diğer müminler adına da bağışlanma isteyebilir. Bağışlanma dileme anlamına gelen “istiğfar” kelimesinin Arapça’daki tam açılımı, “Allah’ın Gafur sıfatını istemek”tir. Gafur sıfatı, “gafere” fiilinden türemiştir ki, bu fiilin Türkçe’deki karşılıkları “kökünden gizlemek, örtmek, korumak, düzeltmek ya da bir şeyi zarflamak”tır.
Dolasıyla, Allah’tan bağışlanma dilemek, yani istiğfar
etmek, bir insanın Allah’a kendi günahlarının örtülmesi için yalvarması,
bu amaçla onun sonsuz şefkat ve rahmetine sığınması anlamına gelir.
Nitekim Kuran’da müminlerin Allah’a “Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi de iyilik yapanlarla birlikte öldür” diye yalvardıkları bildirilir. (Ali İmran Suresi, 193) Buna karşılık Allah, şu hükmü verir:
… Gerçekten ben sizinle birlikteyim. Eğer namazı kılar,
zekatı verir, elçilerime inanır, onları savunup-desteklerseniz ve
Allah’a güzel bir borç verirseniz, şüphesiz sizin kötülüklerinizi örter
ve sizi gerçekten, altından ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan
sonra sizden kim inkar ederse, cidden dümdüz bir yoldan sapmıştır.
(Maide Suresi, 12)
Başta da belirttiğimiz gibi bağışlanma, insanın farkında
olduğu ya da olmadığı tüm günahları için ve diğer müminler adına da
yapılabilir. Tevbeyi bağışlanmadan ayıran en önemli fark ise şudur:
İstiğfar, bağışlanmak maksadıyla genel bir dua mahiyeti taşırken,
tevbede, işlenen belirli bir günaha karşı alınan fiili bir önlem, somut
bir tutum sözkonusudur. Tevbe, insanın kendi işlediği belirli bir günah
için Allah’ın rahmetine sığınması ve bir daha o günahı işlememek için
Allah’a söz verip O’ndan bunun için yardım dilemesidir. Kelimenin tam
anlamı “dönmek”tir. Dolayısıyla tevbe, kesin bir kararlılıkla bir
günahtan dönmeyi, ondan pişmanlık duyup vazgeçmeyi ifade eder.
Tevbedeki niyet, bir daha aynı günahı işlememek
olmalıdır. Nitekim Allah “ey iman edenler, Allah’a kesin (nasuh) bir
tevbe ile tevbe edin. Olabilir ki, Allah sizin kötülüklerinizi örter ve
altından ırmaklar akan cennetlere sokar…” diye emreder. (Tahrim Suresi,
8) Ayette tevbeyi tanımlamak için kullanılan “nasuh” terimi, neshedici,
yani ortadan kaldırıcı, unutturucu anlamına gelmektedir. Dolayısıyla
nasuh bir tevbenin, bir daha o günahı asla işlememek niyetiyle yapılması
gerekir. Ancak bu durum kuşkusuz insanın bir günah için yalnızca bir
kez tevbe edeceği anlamına gelmez. İnsan bir günah için tevbe edebilir,
sonra yine gaflete kapılıp yine aynı günahı işleyebilir. Bu kişi belki
defalarca yaptığı tevbeyi bozmuş ve aynı günaha dönmüş olabilir. Ama
yine de Allah ona olan rahmetini devam ettirir. Bu rahmetten dolayıdır
ki insan, defalarca tevbesini bozmuş da olsa, son kez gerçekten nasuh
bir tevbe edip yine O’na sığınabilir. Bir ayette, Allah’ın bu sonsuz
merhamet ve bağışlayıcılığı insanlara şöyle duyurulur:
De ki: “Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran
kullarım. Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün
günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir.” Azab size
gelip çatmadan evvel, Rabbinize yönelip-dönün ve O’na teslim olun. Sonra
size yardım edilmez. (Zümer Suresi, 53-54)
Ancak yukarıdaki ayetten de anlaşıldığı gibi, Allah’ın
kabul etmeyeceği bir tevbe vardır: Ölüm anı gelip çattığında, artık ölüm
meleklerini görecek noktaya gelmiş bir kişinin samimiyetsiz bir biçimde
yaptığı yakarış. Bir ayette bu konu şöyle açıklanır:
Allah’ın üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle
kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah,
böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet
sahibi olandır. Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine
ölüm çatınca: “Ben şimdi gerçekten tevbe ettim” diyenler, ne de kafir
olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azab hazırlamışızdır.
(Nisa Suresi, 17-18)
Kuran’da, Allah’ın kabul etmeyeceğini bildirdiği bu “son
an tevbesi”nin bir örneği de verilir. Hz. Musa ve yanındaki müminleri
öldürmek için onların peşinden giden Firavun, denizde boğulmak üzere
olduğu bir sırada tevbe etmek ister. Kuran’a göre “sular onu boğacak
düzeye erişince ‘İsrailoğullarının kendisine inandığından başka ilah
olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım” der. (Yunus Suresi, 90)
Ancak ona verilen cevap şöyledir:
“Şimdi, öyle mi? Oysa sen önceleri isyan etmiştin ve bozgunculuk çıkaranlardandın.” (Yunus Suresi, 91)
Madem tevbe bu denli büyük bir ibadettir ve insanın
ebedi kurtuluşu için bu denli büyük bir önem taşımaktadır, insanın bu
kapıyı sonuna dek açması gerekir. İnsan büyük günahlar işlemiş, büyük
isyankarlıklar yapmış, Allah’a ve dine aykırı bir hayat geçirmiş
olabilir. Ancak Allah o denli geniş bir rahmet sahibidir ki, kişi tek
bir samimi tevbeyle ahiretini kurtarabilir. Bir ayette, Allah’ın tevbe
yoluyla insanlara yaydığı büyük şefkati şöyle duyurulur:
Bizim ayetlerimize iman edenler sana geldiklerinde, onlara de ki: “Selam olsun size. Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı ki, içinizden kim bir cehalet sonucu bir kötülük işler sonra tevbe eder ve (kendini) ıslah ederse şüphesiz, O, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Enam Suresi, 54)
Bizim ayetlerimize iman edenler sana geldiklerinde, onlara de ki: “Selam olsun size. Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı ki, içinizden kim bir cehalet sonucu bir kötülük işler sonra tevbe eder ve (kendini) ıslah ederse şüphesiz, O, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Enam Suresi, 54)
Bilinmelidir ki, Allah en ağır günahları işleyen,
Allah’a ve elçisine karşı savaş açmış olan kafir ve münafıkları bile,
eğer gerçek bir tevbe ile O’na yönelirlerse, bağışlayacağını haber
vermektedir:
Gerçekten münafıklar, ateşin en alçak tabakasındadırlar.
Onlara bir yardımcı bulamazsın. Ancak tevbe edenler, ıslah edenler,
Allah’a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini katıksız olarak Allah için
(halis) kılanlar başka; işte onlar müminlerle beraberdirler. Allah
müminlere büyük bir ecir verecektir. (Nisa Suresi, 145-146)
Gerçekten, apaçık belgelerden indirdiklerimizi ve
insanlar için Kitapta açıkladığımız hidayeti gizlemekte olanlar; işte
onlara, hem Allah lanet eder, hem de (bütün) lanet ediciler. Ancak tevbe
edenler, (kendilerini ve başkalarını) düzeltenler ve (indirileni)
açıklayanlar(a gelince); artık onların tevbelerini kabul ederim. Ben,
tevbeleri kabul edenim, esirgeyenim. (Bakara Suresi, 159-160)
Bu hükümler, tevbenin Allah’ın kulları için açtığı büyük
bir kurtuluş kapısı olduğunu ve her insanın işlediği herhangi bir
günahtan dolayı ümitsizliğe kapılmadan O’na yönelmesi gerektiğini
gösterir. Ancak bu durumun yanlış yorumlanması ve samimiyetsiz bir
mantıkla kullanılması ise insanı büyük bir felakete götürebilir. Bu
mantık, dini gayet iyi bildikleri halde, “nasıl olsa sonra tevbe ederim”
gibi bir hesapla, bile bile günah işleyenlerin mantığıdır. Allah, bu
tür bir samimiyetsizliğe asla rıza göstermez. Bunu yapan kimseler,
“imanlarından sonra inkar edenler, sonra inkarlarını artıranlar”
sınıfına dahil olurlar. Bunun sonucunda da cehalet ya da iradesizliği
nedeniyle günah işleyen insanların tevbesi kabul olunurken, bile bile
günah işleyen ve tevbeyi de günah işleme özgürlüğünü sağlayan bir araç
sayan bu samimiyetsiz insanların tevbesi kabul edilmez. Kuran’da, bu
gerçek şöyle bildirilir:
Doğrusu, imanlarından sonra inkâr edenler, sonra
inkârlarını arttıranlar; bunların tevbeleri kesinlikle kabul edilmez.
İşte bunlar, sapıkların ta kendileridir. (Al-i İmran Suresi, 90)
Buradaki ince ayrıma dikkat etmek gerekir: Bir insan,
bilgisizliğinden, nefsine olan düşkünlüğünden, gafletinden dolayı günah
işler ancak sonra yaptıklarının farkına varıp tevbe ederse, bu insan
samimi bir insan olabilir. Ve Allah’ın da kendisini bağışlamasını
umabilir. Ancak, dini çok iyi bilen ve günah işlerken de “nasıl olsa
sonra tevbe ederim” gibi ters bir mantık kuran kimseler, açıkça
sahtekardırlar. Bu yüzden bunların yaptıkları tevbenin samimi olması
mümkün değildir. Samimi olmadığı için de Allah tarafından kabul edilmez.
(En doğrusunu Allah bilir)
Şu
nokta son derece önemlidir: Unutulmamalıdır ki, gerek istiğfar gerekse
tevbe son derece samimi, içten ve pişmanlık duygusu içinde yapılmalıdır.
Kuran’ın “Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin…” emrini
verirken kast ettiği içli ruh hali, tevbe ve istiğfar için de
geçerlidir. (Araf Suresi, 55) Özellikle büyük günahlar için yapılacak
olan tevbelerin, pişmanlığın verdiği derin bir ruh hali içinde olması
gerekir. Kuran’da, Allah yolunda savaşa çıkmaktan geri kalmak gibi büyük
bir suç işlemiş olan üç müslümanın ettikleri bu tür bir tevbeyi şöyle
anlatılmaktadır:
Andolsun Allah, Peygamberin, Muhacirlerin ve Ensarın
üzerine tevbe ihsan etti. Ki onlar -içlerinde bir bölümünün kalbi
nerdeyse kaymak üzereyken- ona güçlük saatinde tabi oldular. Sonra
onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara (karşı) çok şefkatlidir,
çok esirgeyicidir.
(Savaştan) Geri bırakılan üç (kişiyi) de (bağışladı).
Öyle ki, bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmişti, nefisleri
de kendilerine dar (sıkıntılı) gelmişti ve O’nun dışında (yine)
Allah’tan başka bir sığınacak olmadığını iyice anladılar. Sonra tevbe
etsinler diye onların tevbesini kabul etti. Şüphesiz Allah, (yalnızca)
O, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir. (Tevbe Suresi, 117-118)
Allah’tan bağışlanma dilemek ve günahlar dolayısıyla
O’na tevbe etmek, kulluğun en saf ve katıksız ifadelerinden biridir.
Mümin, günah işlediğini işlemekten müstağni olmadığını bilecek, ancak
her türlü kusuruna karşı O’nun şefkatine sığınacaktır. Tevbe ettikten
sonra bir günah için vicdan azabı ve sıkıntı çekmeye, bu nedenle
hüzünlenmeye de gerek yoktur. İnsan, peygamberlerin de hata
işlediklerini, ancak bunlara karşı samimi bir biçimde tevbe ettikten
sonra yollarına devam ettiklerini bilmeli ve Allah’ın bağışlayıcılığına
güvenmelidir. Kuran’da, istiğfar ve tevbenin ne büyük bir kurtuluş
olduğu şöyle ifade edilir:
Eğer Allah’ın sizin
üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı ve Allah gerçekten tevbeleri kabul
eden hüküm ve hikmet sahibi olmasaydı (ne yapardınız)? (Nur Suresi, 10)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder